Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.
Montaigne
Kitap Korkusu
Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. “Bırak, senin yerine ben düşünüyorum!” demekle, “Falan kitabı okuma!” demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.
Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi içinde, düşüncesinin mahremiyetinden korumağa hakkımız yoktur.
Ortaçağ’dan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük kazancı bu basit hakikati kendisine mal etmesidir.
(Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 58-59)
Servete Dair
Servete, faziletin yükü, demekten daha iyi bir ad bulamıyorum. Ordu için ağırlığı ne ise, fazilet için de servet odur. Atılamaz; geride bırakılamaz. Sonra da yürüyüşlere engel olur. Hatta bazen ordu, ağırlığa bakayım derken, savaşı kazanamaz. Kazansa bile pahalıya mal olur. Bütün bir servetin, gerçek, hiç bir faydası yoktur. Belki etrafa dağıtmak için olur; o kadar. Ondan ötesi hayâl… Bakın Süleyman ne diyor; “Malın çok olduğu yerde yiyiciler de çok olur. Mal sahibine seyirden başka ne düşer?”
Kurumlanmak için servet peşine düşmeyin. Hakkıyla kazanın; ölçü ile sarf edin. İçiniz yanmadan dağıtın; gönül rızası ile de bırakın, ama bir filozof, bir papaz gibi de parayı hor görmeyin.
Zengin olmanın birçok yolları vardır; hemen hepsi de kötüdür. En iyilerinden biri tutumlu olmaktır; ama bu da kusursuz değildir. Çünkü insanı cömert olmaktan, hayır işlemekten alıkor. Toprağı işlemek en tabii zengin olma yoludur. O zaman servet toprağın, o büyük anamızın bir nimeti olur. Ama bu iş ağır ilerler. Yine de zengin olanlar, çifte çubuğa sarılmayı küçük bulmazlarsa servetleri hadsiz hesapsız artar.
Küçük sanatlarla, meslek erbabının kazançları haklarıdır. Bu türlü kazanç iki şeyle artar: Gayret göstermek, temiz ve doğru iş görür sanım kazanmak.
Tefecilik, kazanç yollarının en eminidir; ama en kötülerinden de biridir. Çünkü böylelikle insan, ekmeğini başkasının alın teri ile kazanmış olur. Üstelik günah işler,
Hep, kazanç muhakkak olan işler bekleyen insanın çok zengin olduğu nadirdir. Bütün malım birden tehlikeye sokan kimse de çokçası iflâseder, yoksullaşır.
Serveti hor görenlere sakın inanmayın. Hor görürler, çünkü artık ele geçireceklerini ummazlar. Ele geçirince de böyleleri, zenginlerin en kötüsü olurlar. Meteliği arayacak kadar cimri olmayın, servetin kanatları vardır, bazen kendiliğinden uçar gider… Bazen da, belki daha fazlasını getirir ümidiyle sizin uçmanız gerekir, (Francis Bacon, Denemeler, Çeviren: Saffet Korkut)
Sürü Adamı
Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde “kendi kendisi” olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İradesi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bilmez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini kendinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başkasının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi her gün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.
İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu iptonize eden sakallının adını öğrenmek yetişir.
Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.
Peyami SAFA
Başparmak
İnsanın en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Dimağ! Hâlbuki dimağdan daha yüksek ve hattâ insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanlara nazaran üstün bir mevkie çıkaran dimağ değil, sadece elinin başparmağı imiş. Başparmağın diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki insana unsurlar üzerinde üstünlük imkânını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir.
Gerçekten birçok hayvanların parmakları yoktur, parmakları teşekkül etmiş olanlarda ise başparmak, insanda olduğu gibi elin diğer parmaklarıyla uyuşamadığından faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.
İlk insan, zekâsıyla değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapmağa muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışında, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimarî eseri yaratabilmiştir. İnsan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi başparmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmağa muvaffak olamamıştır.
Başparmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten sonradır ki, dimağ, kemik mahfazasında tabiî uykusundan silkinerek konuşmağa başlamış ve belki insan işlerine karışması faydadan ziyade zarar vermiştir.
Aklın başparmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii başparmağın, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekânın eseridir. Ortaçağı akıl, bugünkü Amerika’yı ise başparmak yapmıştır.
Bizde de başparmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin Kutsi bir vazifesi olmalı.
Ahmet HAŞİM
Dilimiz Üzerine
Nurullah Ataç
Dilimiz konuşma dilimizden çok yazı dilimiz yıllardan beri yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil değişmesi gerektiği için değiştirmek zorunda olduğumuzdaniçimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille dünden kalan dille istediğimizi söyleyemediğimiz istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme bir bakıyorsunuz hızlanıyor çok kimseleri şaşırtacak başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri bu değişmeye sinirleniyor bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor dilini değiştiriyor bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor.
Türkçe’de yazı dilimizden Arap dilinin Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim sıfat takımlarının nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız en ünlü yazarlarımız karşı koymak için neler yapmadılar! “Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz… Dilimiz çirkinleşir…” dediler:
Genç Kalemciler’e ters baktılar saldırdılar. Genç Kalemciler’e yenildi bozuldu ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!
O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamayacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş kimse bilmiyormuş. Doğrusubiz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar.
Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor çünkü yeni dil yazarların yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar daha doğrusu isteyerek ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar.
Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor istediğini istediği gibi söyleyecek kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.
Ölüm Üstüne
Montaigne
Madem ki ölümün önüne geçilemez ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık eziyet çektik bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardansabahın saat sekizinde ölen genç akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında dağların şehirlerin yıldızların ağaçların hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin dünya hayatınınşartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini koşucular gibi birbirlerine devrederler – Lucretius).
Yaşadığınız her an hayattan eksilmiş harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün ölmekte olana ettiği ise ölmüş olana ettiğinden daha acı daha derin daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz doya doya yaşadıysanız güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine yine sefalet içinde yaşanacak yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü torunlarınızın göreceği hep bu güneş bu ay bu yıldızlar bu düzendir.
Kitaplık ve Okuma
Montaigne
Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi kümesi avluyu görürüm hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.
Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.
Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece hem çalışmamın verimli olmasını sağlar hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak kendi kendine övgüler söyleyecek şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: “Büyük başın derdi büyük olur”.
Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil üç adım uzaktaki çevremi doldurmaksüslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor onu da bıraktım.
Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir ama kalıp benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp hareketsiz kalır yıkılır ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlıkaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.
Hayat ve Edebiyat
Mehmet Fuat Köprülü
Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla hayat ile bağı olan edebiyat mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli en karışık yönleriyle anlatmayan duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan elemlerimizi felaketlerimizi açık açık yansıtmayan bir edebiyat hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat kelimeleri dizip onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslüçok göz alıcı şeyler yapabilirler. Fakat ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı parlak renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici çok harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya sert bir rüzgara dayanamazsa hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur. Halbuki bedii his hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii ise ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için her şeyden çok samimidir. İşte bunun gibi milletler için de “güzel” ve “iyi” telakkilerinden daha “milli” hiçbir şey yoktur. Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır.
Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini nedense hala anlayamadık!
Sevgi Üzerine Sözler
Nurullah Ataç
Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı babamızı kardeşlerimizi çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan kimseyi aramayan özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun doğru olsun acımak nedir isterseniz onu da bilsin siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.
Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken severken de kendimizi düşünmüş kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için onları unutabilmek için türlü işleri türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen ölmemizi istemeyen bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyaronu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!…
(…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.